Vahiysiz Mutluluk Arayışı ve İflas: İdeolojiler
Dr. Abdulkadir Turan
GİRİŞ
Vahiysiz mutluluk arayışının temelini sekülerizm oluşturur. Batı, vahiysiz bir yaşamın inşasının mümkün olduğuna inanarak sekülerleşmiş; sekülerizm içi farklılıklar ise ideolojileri oluşturmuştur. Bu yönüyle sekülerizm bir din; ideolojiler de onun kolları, farklı anlayışları, adeta mezhepleri konumundadırlar. Batı'nın vahiysiz mutluluk arayışı, başından itibaren iki taşıyıcı ve iki esas üzerine oturmuştur. O iki taşıyıcı, milliyetçilik ve zevkperizmdir; iki esas ise liberalizm(kapitalizm) ve sosyalizm(komünizm)dir. Bugün esası teşkil eden ideolojiler çöktü ama taşıyıcılar yaşatılarak Batı var olmaya, yaşamaya çalışıyor.
İdeolojiye fikir bilimi demişler. Kavram, ide ve loji diye iki kelimeden oluşuyor. “İde” fikir, “loji” ise bilim demektir. Kısacası ideoloji fikir bilimi anlamında kullanılmıştır. Ama aslında ideolojiye “doğru fikir” de demişlerdir. Bunun altında yatan iddia ise şudur: İnsan vahiysiz de kendine yetebilir, vahiy olmadan da vahye dayanmadan da bütün hayatı kapsayan bir değerler sistemi inşa edilebilir. Bu iddiayı ortaya atanlar ile ideolojileri üretenler aynı kişiler. İdeolojileri ortaya çıkaranlar bir din hayatın tüm sahalarını nasıl kapsıyorsa biz de hayatın bütün sahalarını kapsayacak şekilde işin ekonomisi, ahlakı, aile düzeni, siyaseti kısacası sosyo ekonomik düzen içerisinde akla ne geliyorsa tamamını kapsayacak bununla birlikte ruhsal ve zihinsel doyumluluğun tamamını kapsayacak bir sistemi vahiysiz bir şekilde üretebilir ve bununla insanları mutlu edebiliriz diye düşünmüşlerdir. Dolayısıyla vahyin artık bir bilgi sistemi olarak düşünülmesine, bilgi sistemi içinde kalmasına ve ona dayanılmasına gerek kalmadığını söylemişlerdir.
Bu durum ortaya beş aşamalı bir süreç çıkarmıştır. Birincisi oluşum, ikincisi gelişim sürecidir. Sonrasında olgunluk süreci gelir. Bu sürecin her biri ayrı bir seminer konusudur. Biz olgunluk sürecinden söz edecek olursak olgunluk süreci, sekülerliğin siyasallaşma sürecidir. Sekülerlik tamamlandığında görülüyor ki beşerin ürettiği, onu mutlu etmiyor. Bu sefer çöküş ve reform süreci başlıyor. Reform da iş görmeyince sınırsızlık süreci başlıyor. Ama olgunlaşma süreci de temelde ikiyi ayrılıyor. Sekülerizmin üreticileri diyorlar ki bizim yaptığımız mutlak bir şekilde doğrudur, bu ideolojiler doğru fikirlerdir. Biz insanı mutlu edebiliriz, yaşanan sadece aksaklıklardır.
Bunun için bir baskı süreci başlatıyorlar. Hem merkezi Avrupa Fransa'da hem Doğu Avrupa Sovyetlerde şiddetli bir baskı süreci, terörle ifade edilen, terör dönemi denebilecek süreçler başlatıyorlar. Diyorlar ki biz bu baskıyla her şeyi kontrol altına alabilirsek yani haşa çağın ilahı biz olursak, deliksiz bir devlet nizamı, tanrısal bir devlet nizamı inşa ederiz. Hiçbir şeyi kontrolümüzün dışına bırakmazsak o zaman planlamanın tamamını biz yapabiliriz ve bu planlama neticesinde ideoloji kusursuz uygulanacağı için insan da kusursuz mutlu olabilir. Fakat bu iddia, Batı Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı'yla beraber çöküyor. Fransa'da devrimden hemen sonra “resmi terör dönemi”yle başlayan bu baskı süreci iş görmüyor, yani Batı Avrupalı sekülerizmle mutlu olmuyor. Bu kez, Batı Avrupa sınırsızlık sürecine geçiyor, yani bizim zevk çağı dediğimiz süreç başlıyor ve “Her türlü baskıyı kaldırıyoruz, herkes istediğini yapabilir. Biz baskıyla elde edemediğimiz mutluluğu özgürlükle vereceğiz.” diyorlar. Sınırsız özgürlük, bir insan hakkıdır ve insan nihayetinde onunla mutlu olur, diyorlar. Doğu Avrupa da 1991'de Sovyetlerin çöküşüyle bu sürece dâhil oluyor. Ve şimdi biz de o süreçteyiz. Yani zevk çağı dediğimiz çağdayız. Zevk çağı iddiasındakiler diyorlar ki; efendim zamanında baskılar vardı, zorla insanları hizaya getirmeye çalıştık fakat zorla mutlu edemedik, biz şimdi sınırsız özgür bırakarak mutlu edebiliriz. Seminerimizde bu noktaya nasıl geldiğimizi izah etmeye çalışacağız.
BATI'DA KATOLİKLİĞİN ÇÖZÜLMESİ VE SEKÜLERİZME GEÇİŞ
Buraya kadar nasıl gelindi, ta olayların başına giderek meseleyi anlatalım. Bütün mesele şuydu: Haçlı Seferleri'nden önce kilise gerçekten Avrupa'da şaşılacak neticeler elde etti. İnanç ve cemaat Avrupa'yı ihya etti. Avrupa'nın tarihi haşindir, barbardır. Dar bir coğrafya, dağlık bir coğrafya, fakat Katolik kilise gerçekten inançla ve kurduğu toplumsal nizamla Haçlı Seferleri'nden önce Avrupa'yı büyük ölçüde ihya etti. Ama bu ihya aynı zamanda büyük bir nüfus patlaması meydana getirdi, çünkü dinin güçlendiği her yerde aynı zamanda nüfus patlaması gerçekleşir. Bu nüfus patlamaları ile Avrupa coğrafyası Avrupalılara yetmemeye başladı. Haçlı Seferleri buna bir çıkış kapısı oldu. Kilise, “Bu haçlı seferleri neticesinde siz dünya cennetine ulaşacaksınız.” dedi. Fakat Müslümanlar direndiler ve seferler başarısız oldu. Kilisenin itibarı azaldı ama kilisenin itibarı sadece Müslümanların direnişiyle azalmadı.
Klasik Avrupa düzeninde üçlü bir yapı vardır: feodal yapı, kilise ve köylü sınıfı. Kilise ile feodal yapı yönetimi oluşturuyor; köylü sınıfı ise yönetilenlerden meydana geliyor. Üçü, bir düzen içinde birbirini idare ediyordu. Bir de gettolarda yaşayan, hiçbir sınıfa dâhil edilmeyen ve sık sık katliama uğrayan Yahudiler vardı. Ama Haçlı Seferleri'nde korsanlar ortaya çıktı. Sonra Batılılar Müslümanlardan bankacılığı, senet sistemini ve kâğıtla para aktarmayı öğrendiler. Ve bu Avrupa'da yeni bir sınıf ortaya çıkardı. Bu sınıf hiç temiz değildi. Gemileri soymaktan ve tefecilikten para kazanıyordu. Feodal beylerin savaşa katılmasından dolayı geride kalan müflislere para vererek besleniyordu. Fakat kilisenin Haçlı Seferleri'nden dolayı paraya duyduğu ihtiyaç onu da bu yeni sınıfa yönlendiriyordu. Malum Haçlı Seferleri öyle 5-10 yıl sürmüyor neredeyse 200 yıl civarı fiili olarak sürüyor. Ve bundan dolayı kilise tefecilerden para almaya başlıyor. Kilise, bir kez daha itibardan düşüyor. Aynı zamanda kilise Haçlı Seferleri'ne katılan feodal beylere ahlaktan yana taviz veriyor. Eski Katolik düzende 12 soya kadar akraba ile evlenmek yasaktı. Hâlbuki bu feodal beyler, savaşa katılmanın yol açtığı etkenlerle kiliseye rağmen teyzesinin kızıyla evlenebiliyor. Ve kilise, nihayetinde o şövalyeyi/savaşçıyı kaybetmemek için buna fetva vermek zorunda kalıyordu. Dolayısıyla kilise bir yandan tefeciden borç para almakla öte yandan savaşa katılan şövalyelere tavizler vermek ile itibarını yerle bir ediyordu.
Bu arada bir şey daha oluyor: Haçlı Seferleri'nde o kadar çok insan İslam âlemine geliyor ki kilise bilgi üzerindeki hâkimiyetini kaybediyor. Buralara gelen adamlar ilk kez kilise dışında bir bilgi sistemine ulaşıyorlar. Daha önce Avrupa'da çok klasik bir yapı vardı. Kilise bilgiyi üretir ve bununla Avrupa'yı yönetirdi. Hâlbuki şimdi kilise dışında yeni ve seküler bir bilgi düzeni oluşmaya başlıyordu. Yani siz kilise mensubu olmadığınız halde bilgiye, kitaba ulaşıyor, bir bilgi sistemi meydana getiriyor ve bir kanaat belirtiyorsunuz. Dolayısıyla kilise dışında bir bilgi ve güç sistemi meydana geliyor. Batı artık bu kilise dışında oluşan bilgi sistemi ile kiliseyi sorguluyordu. Senin bilgilerin doğru değil, sen de doğru değilsin, kurduğun sistem de doğru değil diyordu adeta. Bütün bunlar ortaya Protestanlığı ve Protestan isyanını çıkardı.
Aslında bizim Protestanlık dediğimiz, cemaatsiz kilise demektir. Katolikliğe göre her Hristiyan aynı zamanda cemaat mensubudur. Kilisede kaydı ve ondan sorumlu bir papaz vardır. Tarikatlarda olduğu gibi o papaz onu takip eder ve cemaati, konumuna uygun bir şekilde ondan istifade ettirir. Protestan, buna isyan etti. Benim ibadet etmem için papaza ihtiyacım yoktur, ben doğrudan ibadetimi yaparım, dedi. Bu durum Avrupa'daki düzeni alt üst etti. Bu Protestan karmaşa, Avrupa'nın tarihini değiştirecek bir yan ürün de oluşturdu: Yeni Yahudi örgütlenme.
Yahudiler, daha önce sıkı Katolik takip içinde başlarını adeta kaldıramıyorlardı. Nerede biraz kendilerine gelseler ya katliama uğruyorlar ya da malları talan ediliyordu. Kilise hiçbir şekilde Yahudiliğin gettolardan çıkmasına müsaade etmiyordu. Ama bu Protestan isyanla beraber Yahudilik de kendi kabından dışarı çıkmaya başladı. Yeni Hristiyanlık'ta Kilisenin takibi söz konusu olmayınca çok sayıda Yahudi, ben Hristiyan oldum diyebildi ve böylece Hristiyanlar içinde Yahudilik lehinde örgütlendi.
Bu arada Endülüs'teki Müslüman tükenişi de oradaki Yahudiler için yeni bir kapı ihtiyacı doğurdu ve bunlar Endülüs'ten İngiltere'ye gittiler. İngiltere'de Protestanlık Anglikanizm şeklinde gelişip kiliseyle bağı kopunca orada Yahudiler devlete ortak oldular. Bu arada Yahudiler o gettolarda uzun uzun düşünme imkânı buluyorlardı ve kendileri için bir sistem oluşturmak için çare arıyorlardı. Ne yapsak da Katolik zindanı aşabiliriz diye. Yine Avrupa'da Protestanlıkla beraber savaşlar başladı. Birbirini vurmalar, Engizisyon mahkemeleri gibi tahribatlar yaşandı. Engizisyon mahkemeleri ise kilisenin itibarını adeta bitirdi. Zira bir papaz bir başka papazı yargılıyor, ona buryant(ateşte yakma) veya kazığa oturtma ya da aç köpeklere yedirme cezası veriyordu. Bu arada gençlerden oluşan Hristiyan bir grup dediler ki, “Katolik kilise de Protestan önderler de batıl yoldadır, en doğru Hristiyanlığı biz biliyoruz.”. Cenevre despotu Calvin ile özdeşleşen bu grup Avrupa'da korkunç bir anarşizm dönemi başlattı. Onlar, kendilerine itiraz eden her papazı öldürüyorlardı. Böyle bir ortamda büyük bir tahribat oluştu. Din adamlarının birbirlerini öldürdükleri bir ortamda kilisenin itibarı artık yerle bir oldu ve bu ortamı değerlendiren bir topluluk çıktı: Masonluk örgütlenmesi.
Mason dediğimiz duvar ustasıdır. Avrupa'nın klasik sisteminde dolaşım hürriyeti yok, Katolik dönem de dâhil bir ülkeden başka bir ülkeye geçemiyordunuz. Ancak duvar ustalarına duyulan ihtiyaç bunlara dolaşım hürriyeti sağladı. Yahudiler veya Yahudilikten Hıristiyanlığa geçmiş gibi davrananlar, duvar ustalığını iyi öğrendiler ve duvar ustalığı adı altında bütün Avrupa'yı dolaşıp Yahudi cemaatleri arasında birlik sağladılar.
Burada dağılan bir Katolik cemaate karşı bütünlüğünü oluşturmaya çalışan bir Yahudi cemaati söz konusudur. Bu Yahudi cemaat azınlık olduğu için onun tek başına Avrupa'ya hâkim olması mümkün değildir. Bunun neye ihtiyacı var? Demografiye, yani nüfusa ihtiyacı vardı. Bunun için ticari olarak burjuvayla ortak oluyor. Ama bu da yetmez: Sadece burjuva ve azınlık tüccarlarıyla bir ülkeyi ele geçiremezsiniz. Bunun üzerine Fransız İhtilali'yle neticelenen meşhur halk hareketini başlatıyorlar. Daha doğrusu halk adına bir hak arama örgütlenmesi oluşturmuş gibi yapıyorlar.
Bu arada bu Yahudilerin mühim bir kısmı, (herhâlde tarihte ilk kez bu çapta yaşanıyor,) 16. ve 17. yüzyıllarda Hristiyan mühtedi haline geldi. Yani adam diyordu ki babam Yahudi'ydi annem de Yahudi'ydi ama artık ben Hristiyan'ım. Normalde Katolik cemaatte bu adamın Hristiyan görünen gizli bir Yahudi kalması mümkün değildi. Zira –ziyafetlerde domuz eti yemesi gerekiyordu. Endülüs Müslümanlarına yaptıkları gibi kiliseye gelip şarap içmesi gerekiyordu. Bağlı olduğu kilisede günah çıkarıp sırlarını ifşa etmesi gerekiyordu. Fakat Protestanlıkta herkes kendi dinini evinde yaşayınca, dinini kendi kendine yaşama hürriyeti elde edince 19. yüzyılda Yahudi Marks'ın babası ben bir Hristiyan'ım diyebildi. O, asla Hristiyan olmadı ama yeni ortamda kendini saklayabildi. Zira ona kimse gel domuz eti ye, demedi. Gel papazın elinden su iç, demedi. Bu ritüeller tamamen gevşemişti. Neticede dağılan Katolik cemaat, bunun yanında Protestan anarşizmi, onun karşısında ise örgütlü Yahudiliğin daha da iyi örgütlenip bütünlüğe kavuşması Batı'yı yeni bir çağa taşıdı. Dünya tarihi hep böyledir, kim ittifak ederse o gelişir, kim ihtilafa düşerse dağılır.
Yahudiler, başta Fransa olmak üzere Batı'da gelişen bu harekete halk hareketi diyorlar. Hâlbuki hareketin arka planında Yahudi zekâsı, Yahudi aklı ve bu arada muhtedi Yahudiler vardı.
TAŞIYICI UNSUR OLARAK MİLLİYETÇİLİĞİN ÜRETİLMESİ
Bu arada mühtedi Yahudiler, sözde yeni Hristiyanlar, meşrulaştırıcı/taşıyıcı, asıl niyeti saklayıcı unsur olarak ortaya milliyetçiliği atıyorlar. Diyorlar ki efendim bir Fransız, bir İngiliz neden Roma'daki kiliseden yönetilsin ki her milletin kendine ait bir tarihi vardır. Her kavim kendi başına örfüyle âdetiyle tarihiyle bir ümmettir. Yani mikro bir bölünmeye gidiyorlar. Daha önce makro bölünmeler olmuştu Katoliklik ve Protestanlık bağlamında. Bununla mikro bir bölünme de oluştu. Fransız dediğin bir millettir yani bir ümmettir. İngiliz dediğiniz, Alman dediğiniz her biri bir ümmettir. Biz neden hep beraber Katolik ümmeti oluşturalım ki diyorlar. Daha önce bir Haçlı birliği vardı. Endülüs'ü Batılılar hep birlikte geri almışlardı. Batılılar, İslam âlemini hep beraber istila etmeye çalışmışlardı. Şimdi artık bir Hristiyan olarak değil bir Fransız olarak dünyayı ele geçirme iddiamızın olması lazım diyorlardı. Üstün olan Katolik cemaat değil, üstün olan Fransız ırkıdır, Alman ırkıdır, İtalyan ırkıdır, İspanyol ırkıdır. Her birimiz ayrı ayrı bir ümmetiz, diye zihinleri kendilerine yönlendiriyorlardı.
Bu milliyet fikriyatı esasen bizim sekülerizm diyeceğimiz kiliseden kopuşun ana yapısını oluşturmaya başlayacaktır. Ondan sonra sekülerizm dünyanın neresine yayılırsa yayılsın milliyetçiliği kullanacaktır. Zira sekülerizmin esası buraya kadar anlatımımdan ortaya çıkmıştır. Yahudiliğin varlığını koruma çabasına; Katolik kiliseyi yıkıp yerine geçme hedefine dayanıyor. Bunu yapabilmesi için dünyadaki cemaatleri dağıtması gerekiyordu. Yani en büyük cemaat olan ümmetleri dağıtması gerekiyordu. Bunun için dünyayı milletlere bölmeye başlıyor ve bu milletleşme (uluslaşma) süreci 1789'a geldiğimizde Fransa'da resmen ihtilal yapıyor.
Aslında milliyetçilik kisvesi altında sekülerizm, Avrupa'da siyasallaşıyor. Daha önce sekülerizm sadece fikri bir mesele olarak görünüyordu. Ama artık bir devlet nizamına dönüşüyor. Bu devlet nizamı başlangıçta Hristiyanlığa ait her şeyi yasaklıyor. Onun dinsiz bir çağ başlatma süreci iddiası vardı. Bakıyor ki bu olmayacak; “akıl kilisesi” diye kiliseler kuruyor, yani devlet denetimindeki bir kilise oluşturuyorlar. Fakat bu yeni kilise, kadim kilisenin yerini doldurmuyor.
FRANSIZ İHTİLALİ VE İDEOLOJİLERİN DOĞUP GELİŞMESİ
Kiliselerin kapatılması, Fransız toplumunda çok büyük bir boşluk oluşturuyor. O güne kadar Avrupa sisteminde feodaller, kilise ve köylülerden oluşan üçlü bir yapı vardı ve bu üçlü sistemin bütün aksaklıklarını kilise gideriyordu. Biri fakir düştüğünde kilise ona yardım ediyordu. Bir feodal despot, köylüye zulmettiğinde kilise buna engel olmaya çalışıyordu. Bu arada patron işçi ilişkisi sanayileşmeyle beraber gittikçe feodal bey-köylü ilişkisinin işçisinin yerini aldı. Fakat patron işçiye zulmettiğinde araya kim girecekti? Sonra işsiz kalanlara kim yardım edecekti? Daha önce kilisenin gördüğü bu işleri kim icra edecekti? Bu durum Avrupa tarihinde ilk kez seküler yardımlaşma kurumlarının önünü açtı. Dinî olmayan yardımlaşma kurumları… Sevap çağrısı olmayan yardımlaşma kurumları…
Aynı zamanda bu durum, bir halk bir hareketi doğurdu. Sıradan Fransız dedi ki bu ihtilali halk adına yaptık. Fransız milliyeti adına yaptık. Seküler bir hedef olarak gerçekleştirdik. Feodalizmi kaldırdık, kiliseyi kaldırdık, Fransız halkı hep beraber mutlu olsun, dedik. Fakat mutlu olanlar, sadece burjuva oldu. Bu nasıl bir halk ihtilali? Burjuva devletin bütün imkânlarını ele geçirdi. Hâlbuki bu devletin imkânlarını biz hep beraber paylaşmalıyız.
Dinin yasaklandığı bir ortamda sosyal yardımlaşma ihtiyacı ve burjuvanın devletin bütün imkânlarını ele geçirdiği bir ortamda devletin imkanlarını paylaşma talebi ortaya “sekülerizmin sosyalizm mezhebi”ni çıkardı. Kapitalist süreçten sosyalizme doğru geçiş talebi… Kapitalizm, sermayecilik demektir; devletin imkânlarını zengin kesime, yani burjuvaya verir. Sosyalizm ise toplumculuk/halkçılık demektir; devletin imkânlarının burjuvada kalmasına karşı çıkar, devletin imkânlarını devlette tutarak topluma paylaştırmayı önerir.
Tabii olarak burjuva hileyle elde ettiği kazanımları bırakmak istemedi. Kapitalizmden sosyalizme geçiş talebi diğer taleplerle birlikte ve yeni devletin bu taleplere tepkisi Fransa'da o kadar karışıklığa yol açtı ki devlet bu talepleri “terör dönemi” dediğimiz bir dönemle bastırmak zorunda kaldı.
Devlet, resmen terör dönemi ilan ediyor. Bildiğiniz terör dönemi. Anlamı şu, karşıtları bastırmak için her şey serbest. Devlet yargılamaya ihtiyaç duymadan, devlet görevlileri ihtiyaç duydukları yerde istedikleri kişiyi öldürebilirler. Devlet yargılama ihtiyacı duymadan kanunlara bağlı olmadan istediği kişiyi istediği yerde devrim için öldürebilir. Bu arada bütün bunlar kimin için yapılıyor? Yine halk için yapılıyor.
Yine bu sosyalist taleplerle birlikte ilk kez Paris'te “Halkın Dostları Derneği” “İnsan Hakları Derneği” gibi dernekler, daha doğrusu ilk sosyalist yapılanmalar ortaya çıktı Dolayısıyla sosyalizm ilk kez Fransa'da halk adına Fransa'yı ele geçiren burjuvaya karşı doğuyor. Seküler bir düşünce olarak, bir ideoloji olarak, bir fikriyat olarak. Toplum ikiye ayrılıyor; burjuvadan yana olan idareciler ve halktan yana olan sosyalistler. Ancak Fransa o kadar şiddetli bir baskı uyguluyor ki sosyalistler Fransa'dan Almanya'ya geçiyorlar. Almanya'da örgütleniyorlar, Almanya'da da baskı görünce Marks buradan İngiltere'ye geçip İngiltere'de örgütleniyor. Ve ilk komünist manifestoyu İngiltere'de yayımlıyor. Fakat çok garip Marks İngiltere'deyken paraya ihtiyacı var ve bu desteği ona Philips şirketi veriyor.
Philips, Marks'ın öz dayılarının firmasıdır ve dayıları Yahudi'dir. Babası Yahudi'yken sözde Hristiyan olmuştu. Dolayısıyla kendisinin de Hristiyan olması gerekiyordu. Ama anne evde halen Yahudiyi ve Marks ölünceye kadar harçlığını Yahudi dayılarından alıyor.
İngiltere'de manifestosunu ilan eden grubun uzantıları, 1917'ye geldiğimize Rusya'da devrim yapıyorlar. Peki devrimi yapan kimlerdir? Marks Yahudi, Lenin mutlak Yahudi, Stalin de mutlak Gürcü Yahudi'sidir. Tabiri caizse ve Marks her ne kadar daha önce ölmüşse de onun komünizmin fikir babası olduğu düşünüldüğünde Rusya Komünist devrimi üç Yahudi yapıyor, diyebiliriz. Devrimden hemen sonra da Ortodoks kiliseyi lağvediyorlar. Daha önce Batı Avrupa'da Katolik kiliseyi teksizleştirmişlerdi. Böylece, Yahudiler, Avrupa'da sekülerizm adına Hıristiyanlığın bütün ana kurumlarını çökertiyorlar.
Bu arada Rusya Ortodoks Kilisesi'nin hikâyesi çok ilginç, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığında buradaki papazlar Rusya'ya kaçıyorlar. Putperest Rusları Hristiyanlaştırıyorlar. Ve burada daha önce dağınık, bölük pörçük Rusları, Kazak Ruslarını, bedevi Rusları bütünleştirip ortaya Rus Çarlığı'nı çıkarıyorlar. Hikâye bu.
1917 Komünist ihtilalı ile Marks-Lenin- Stalin üçlüsü, bu Ortodoks cemaati dağıtıyorlar. Dolayısıyla daha önce Batı Avrupa'da dağılan Hristiyan yapı, Doğu Avrupa'da da darmadağın oluyor ve seküler ideolojiler Avrupa'nın tamamına hâkim olmuş oluyor. Sekülerizm, Batı Avrupa'da milliyetçi ve kapitalist, Doğu Avrupa'da ise sosyalist ve enternasyonal bir kimlik üzerine vücut buluyor. Fakat sosyalizm de milliyetçiliği yanında yedek olarak bulunduruyor. Lenin, “bu büyük federasyon içinde her halkın kendini yönetme hakkı vardır, diyordu. Dolayısıyla milliyetçiliği hala yedeğinde tutuyordu.
Neticede 20. yüzyıla geldiğimizde Avrupa'nın tümü dinden kopuyor. Tümü sekülerleşiyor. Artık din tamamen geri plana düşüyor. Geçmişin kendisini dini ve mezhebiyle ifade eden, bir Hristiyan Katolik'im, Hrıstiyan Ortodoks'um diyen Avrupalısı, artık kendini milliyeti ve ideolojisiyle ifade ediyor; ben sosyalist bir Fransız'ım, liberal bir Alman'ım diyordu. Fakat bu dönüşümle Avrupa tabiri caizse tam bir kan gölüne dönüyor. Beşerin vahiysiz mutlu olma iddiası, tamamen bir efsaneye dönüşüyor. Birinci Dünya Savaşı'nda ölen insan sayısı 9,5 milyondu. İkinci Dünya Savaşı'nda ölen insan sayısı 70 milyon civarı. Bunun sadece 10 milyonu Polonyalı.
Sekülerizme geçip ideolojileri üretenler, “Biz dinler ve mezhepler yüzünden birbirimize düşüyoruz, ideolojilere geçersek din ve mezhep yüzünden birbirimize düşmemiş oluruz ve biz hümanizma üzerinden kardeş olup hep beraber mutlu oluruz.” diyorlardı. Fakat ideolojiler çağında Avrupa'nın görmediği katliamlar yapıldı. İkinci Dünya Savaşı'nda sadece Paris'te ölen insan sayısı 500 bin. Tüm bunların yanında yoksul kesimler.
Batı Avrupa'da üstte burjuva var, altta ise zayıf işçi kesimi. Doğu Avrupa'ya geçtiğimiz zaman ise devlet yöneticileri zengin, Stalin Kırım'da eğleniyor, keyif çatıyor fakat halk yoksul. Dolayısıyla her iki tarafta da bir dengesizlik söz konusu… Üstelik bu iki kesimde daha mutlu bir dünya uğruna bu iki kesimi savaştırıyor. Her iki tarafta da mutlu azınlık-mutsuz çoğunluk var. Ve bu iki mutlu azınlık bu mutsuz çoğunlukları savaştırıyor, sağ ve sol adı altında. Hem kendi aralarında bloklar olarak savaşıyor Doğu Bloku-Batı Bloku şeklinde veya İkinci Dünya Savaşı'ndan önce bu milliyetçi blok, faşist blok ve diğer blok kendi içinde savaşıyor. Hem yönetimler halka baskı yapıyorlar. Stalin'in öldürdüğü insan sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Çin'de Mao döneminde resmi olarak, mahkeme kararıyla öldürülen insan sayısı 50 milyon civarıdır. Adam toplu infazlar getirmiş. Demiş ki falan bölgedeki herkesin öldürülmesine, bütün kadınların bütün erkeklerin toplu olarak öldürülmesine. Böyle mahkeme kararları var. Ve bütün bunlar mutluluk adına yapılıyordu. Şöyle diyorlardı “biz ekonomik doyumluluğu mutlak sağlayacağız.”, İkincisi “dine ihtiyaç yok”. İnsan ekonomik doyuma ulaşınca ruhsal bunalımları ortadan kalkacak. Ruhsal ihtiyacı gidermeye zikre, ibadete ihtiyaç kalmayacak. Devlet nizamı bu işi kontrol altına alınca haksızlıklar da olmayacak. Sonra insanlar gittikçe bu düzene alışacaklar, devlete de ihtiyaç kalmayacak. Her birimiz kendi evinde hiçbir sınıra takılmadan mutlu bir varlık olarak ilkel kominal bir toplumda yaşayıp gideceğiz. Hayal buydu, büyük ütopya buydu.
ZEVKPERİZMİN DOĞUŞU
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa kendini reforme etti. Benim bu vahşi kapitalizmimle toplum yönetilemiyor, dedi ve bunun için sosyal demokrasiye geçti. Daha gevşek bir sistem veya Ren kapitalizmi dediğimiz daha yumuşak bir kapitalizme yöneldi. İşçi haklarının korunduğu bir sistem. Bununla bu iş hallolacak, dediler. Ne var ki bu yeni sistem Batı Avrupa'yı ekonomik olarak tatmin etti. Ama ortaya büyük bir ruhsal bunalım çıkardı. Daha önce savaşlarla birbirini katleden Batı Avrupalılar bu sefer zevkperizmin getirdiği boşlukla katloldular. Daha önce çocukları öldürülen Avrupa artık hiç çocuk doğurmamaya başladı. Çocuk yüktür, aile yüktür dendi. İnsan keyfini yaşamak için vardır, dendi. Eskiden milletler adına düşünen bir Avrupalı, artık birey adına düşünmeye başladı, fert adına düşünmeye başladı. Benim mutluluğum her şeyin üzerindedir ve her şeyden daha kıymetlidir, dedi. Üstelik bu sosyo-liberal diyebileceğimiz yeni reformu gerçekleştirenler şunu öne sürdüler, dediler ki hepimiz daha önce toplumculukla sağlayamadığımız mutluluğu bireycilikle sağlayacağız. Biz Fransız İhtilali'nden bu yana çok baskı kurduk. Terör dönemleri ilan ettik. Toplumlar adına sizi savaşlara sürdük. Sizden, toplum için, cemaat için fedakarlık istedik. Artık böyle şeyler yapmanıza gerek yok, her biriniz evinizde kendiniz olun yeter. Bu kendiniz olma halinde sınır tanımayın; bir aile adına bile düşünmeyin sadece ve sadece kendinizi düşünün. Kendinizi mutlu etmeye bakın, herkes kendisini mutlu ederse toplum mutlu olur, insanlık mutlak mutlu olur, dediler. Saadete böyle ereceğiz dediler, “sınırsızlık” dönemine geçtiler. Fakat bu hâl, ortada bir İsveç toplumu, Norveç toplumu diye bir toplum bırakmayacak şekilde yol alıyor. Batı, nüfus artışı son buldu. Kürtaj, kürtaj bir yana tamamen doğum öncesi tedbirler ve üstelik bu kürtaj yapan insan, tedbir alan insan sınırsızlık döneminde de mutlu olmadı. Arayışı bitmedi insanın. Evine çekilip her tür özgürlüğü sınırsız yaşamakla saadeti bulamadı.
1991'den itibaren Sovyetler çökünce o da Batı Avrupa'ya tabi oldu. Nasıl komünizm ve sosyalizm Batı Avrupa'dan Doğu Avrupa'ya geçmişse liberalizm de Batı Avrupa'dan Doğu Avrupa'ya geçti. Sovyetler, iflasını ilan etti. Ben de liberal olacağım, bende de her şey serbest, dedi. Esasen her şey serbest derken Batı'da serbest olup kendisinde serbest olmayan tek şeyi kastediyordu: Batı Avrupa'da özel mülkiyet vardı, Doğu Avrupa'da özel mülkiyet yoktu. Bu sınırlamayı da ortadan kaldırdı. Böylece, sekülerizmin kanatları (ki rahatlıkla mezhepleri de diyebiliriz) birleşti ve küreselleşme dediğimiz vaka ortaya çıktı. Bütün dünya bir köye dönüştü; birbirine benzemeye başladı.
Bu yeni dünyada her şey artık zevk ile ifade edilmeye başlandı. Kimse artık fikri ile kendini tanıtmadı, herkes kendisini beğenileri ile tanıttı. Daha önce insanlar kendini tanıtırken, ben sosyalist bir Fransız'ım, derdi. Arap ve komünistim, Türk ve sağcıyım, derdi. 2000'li yıllara geldiğimizde artık bir Avrupalı kendine sosyal demokrat dememeye başladı. Sosyalist deme ihtiyacı, komünist deme ihtiyacı da duymadı. İdeoloji çağı bitti. İnsanlar artık kendini zevkleriyle ifade etmeye başladılar. Keyifleriyle ifade etmeye başladılar. Sen kimsin diye sorulduğunda insanlar, ben şöyle şöyle zevkleri olan bir insanım demeye başladılar. Tekrar geçmişe dönersek, eskiden bir Avrupalı, kimliğini, kronolojik olarak Katolik bir Fransız'ım, hatta sadece Katolik'im. Ardından milliyetçi bir Fransız'ım, Liberal bir Fransız'ım. Ardından sosyalist bir Fransız'ım diye beyan ederdi. Bugünse kimlik beyanı, şu zevkleri olan bir Fransız'ım, şöyle beğenileri olan bir Almanım şeklinde yapılıyor.
Bu serüven beşer vahiyden koparsa vahyi bir kenara bırakırsa kendi başına mutlu bir hayat kurabilir iddiasıyla başlamıştı. Oysa gelinen gelinen nokta, sadece nefse teslimiyetti, zevkti, zevke tapıcılıktı, zevkperizmdi.
ZEVKPERİZM BAŞTAN BERİ PLANLANMIŞ MIYDI?
Şimdi soralım: Bu süreç kendiliğinden mi böyle gelişti? Yoksa Yahudi aklı ilkin bir strateji ortaya koymuş muydu? Yani zevkperizm 20. yüzyılda mı tasarlandı veya 21. yüzyılın başında mı, yoksa 19. yüzyılda ideolojiler olgunluğa erişirken, kemale erişirken zevkperizm milliyetçilik gibi sekülerizmin bir taşıyıcısı olarak planlanmış mıydı? Bugün mü var oldu? O günden mi yedeğe konmuştu? Bizim bunun için bu işin kurucularına bakmamız lazım. Marks 19. yüzyıla ait. Lenin ve Stalin 20. yüzyıla ait. Freud 19. yüzyıla ait. Peki, zevkperizmi kim planlıyor? Bizzat Freud'un kendisi planlıyor. O hâlde kabul etsek de etmesek de bizim seküler ideolojilerin oluşturulması aşamasında zevkperizmin de bir yedek olarak tasarlandığını kabul etmemiz lazım.
Komünizm, yayılış aşamasında zevkperizmi araçsallaştırıyor. Kömünistler, sizi sınırlayan dinsel kurallar var, örfi kurallar var, onları bir yana bırakın dediler. Din afyondur, gelenek sömürücüdür deyip ikisinin de canına kast ettiler. Sonra, din ve gelenek öldü, yaşasın özgürlük, diye slogan attılar. Özgürlük dedikleri de sınırsız cinsellikti aslında. Genç kız ve erkeklerin aynı evi nikâhsız bir şekilde paylaşmaları. Ailenin ortadan kalkması… Nikahsız yaşamın normalleşmesi… Ama bunu sadece komünizm yapmadı. Liberalizm de komünizmin daha ilk günden örgütlere eleman kazanmak için benimsediği bu yaklaşımı birey üzerinden kitleselleştirdi.
Liberalizm, modern öncesi Avrupa'daki bütün değerleri yok sayarak; ben hepinize sınırsız özgürlük tanıyorum. İstediğinizi yapabilirsiniz. Ne yapıyorsanız serbestsiniz. Yeter ki bu seküler süreci terk etmeyin. Bana bağlı kalın. Batı Avrupa olarak size 1945'e kadar uyguladığımız kuralların tamamını kaldırıyoruz. Sınırlama adına ne varsa hepsini kaldırıyoruz. Doğu Avrupa olarak da 1991'e kadar uyguladığımız her şeyi lağvediyoruz; dedi.
Geldiğimiz nokta gösteriyor ki Frued bunu sekülerlik üzerinden dünya sistemine katılan, o sistemini planlayıcısı konumuna çıkan ve sisteme hükmeden Yahudiler adına planlamış. Şöyle bir bakalım: Karşımızda nasıl bir adam var? Bu adam hayatta hiç afyon kullanmamış. Uyuşturucu kullanmamış. Gayrimeşru hiçbir ilişkisi yok. Ama bu adam hastalarına mutlu olmaları için sınırsız cinsellik dahil, hiçbir ahlak kuralı ve alışılmış insanî tutuma takılmadan içlerinden geldiği gibi sınırsız yaşamalarını, bunalımları devam ediyorsa afyon dahi kullanmalarını tavsiye ediyor. Bunu reçete olarak veriyor. Hastasına; sen kendini cinsel olarak sınırlandırdığın için mutsuz oluyorsun. Senin şuur altında sınırsızca zevkini yaşama eğilimi var. Kanunlar elverdikçe bunu yaşa, diyor. O patlamayı yaşa, zira sen inanç ve gelenek adına ahlak kurallarına takılıp kendini kısıtladığın için mutsuzsun. Bu da olmuyorsa uyuşturucuyu kullan diyordu. Hani Hitler, zevkle bizi bitiriyorlar, diyordu ya yaşanan aynen o.
Zevkperizm ideolojilerin yedeğinde duruyordu. Ama ideolojiler iflas edip fikir çağı bittiğinde Frued'un artık üretimi bizim için adeta temel ideoloji haline geldi. Artık insanlar aklım alıyor, demiyorlar, anlıyorum demiyorlar, doğru buluyorum demiyorlar; hoşuma gidiyor, canım istiyor diyorlar. Beğeniyorum, bana keyif veriyor, diyorlar. Yepyeni bir değerler sistemi ile karşı karşıya kalıyoruz.
FELAKETİ DETERMİNİZMLE İZAH EDİP FAİLLERİ SORUMSUZLAŞTIRMAK
İnsanlık seküler serüvende ideolojiler ve onun taşıyıcılarının elinde bu hâle düşerken, bizim “Bize ne oluyor?” demeye hakkımız var. Yani nasıl oldu da buraya geldik, deme hakkı… Bu çukura nasıl düştüğümüzü anlama hakkı. Meseleyi sorgulayıp gerçeği anlamı hakkı.
Sorgulamamızın bizi hakikate götürmemesi için Marks yolumuzu kesiyor. Marks, bütün yaşadıklarınız determinizmin bir gereğidir. Çağın gereğidir, tabii bir durumdur. Yani kaderdir diyor. Seküler kadercilik… Başımıza gelenleri irademiz söz konusu olmadan, istesek de de istemesek de çağın değişmesiyle yaşamak zorunda olduğumuzu öne sürüyor. Avrupalı, hani kilisemiz hani feodal yapı hani köydeki yapı hani o köyde mutlu yaşayan Hristiyan. Kilisede tatmin olan adam. Bize ne oldu arkadaş? Büyük aile, dede, biz ve torunlar nerede diye soruyor. Marks, Yahudi tüccar soğukkanlılığıyla,sakince cevap veriyor: “Efendim bu tabii bir durumdur. Çağ bunu gerektiriyor, determinizm bunu gerektiriyor. İsteseniz de istemeseniz de feodalizmden sonra kapitalizm; kapitalizmden sonra sosyalizm gelir.” diyor. Böylece Yahudileri de Batı'da yol açtıkları felaket konusunda sorumsuzlaştırıyor, onları mesuliyetten kurtarıyor.
Marksı'n determinizm izahı tamı tamına seküler kadercilik. Marksist determinizm, tam bir seküler kaderciliktir. Dini kadercilik, tanrı böyle istedi, diyor. Seküler determinizm ise çağ böyle istedi, diyor. Bunun için direnmenizin bir anlamı yok. Siz buna karşı çıkamazsınız. Siz isteseniz de istemeseniz de çağın sizi götüreceği yer burasıdır. O halde iradenizi kullanmayın. Boyun eğin ve itaat edin. Nasıl olsa değiştiremezsiniz. Şimdi de laik kesimler bize öyle demiyorlar mı? Çağ bunu gerektiriyor, sizin tekrar bazı değerleri uyandırmanıza gerek yok. Bu çağın bir ihtiyacı diyorlar.
SONUÇ
Nihayetinde şu noktaya geliyoruz: Doyumsuz zevkperizmle sonuçlanan vahiysiz mutluluk arayışının arka planının bir yanında kilisenin iflası; diğer yanında ise Yahudiliğin küresel örgütlenmesi var. Başka bir ifadeyle Yahudiliğin kilisenin iflasına karşı, dünyevileşmeyi suiistimal edip yükselişi için merdivene dönüştürmesi var. Sonra ortaya çıkan ürünü titizce örgütlüyor ve bunu bir dünya hâkimiyeti stratejisine dönüştürüyor.
Dolayısıyla sekülerizm, Yahudilerin elinde bir sahte dini gibi doğuyor ve ideolojiler onun mezhepleri gibi oluşuyor. Kapitalizm büyük kardeştir; sosyalizm ise ona isyan eden küçük kardeş gibidir. Başka bir yönden bakıldığında ise Yahudiliğin bu iki gayrimeşru kardeş üzerinden bütün insanlığa hükmetmesi gerçeği ile yüz yüze geliyoruz.
Sosyalizmin reforme edilmiş hali sosyal demokrasi ve kapitalizmin reforme edilmiş hali Ren kapitalizmi, sosyal kapitalizm gibi fikriyatlar. Ama son nokta; geçmişte üzerinde pek durulmayan zevkperizm.
Sekülerizmi bir din, ideolojileri mezhepleri olarak kabul edebilirsiniz. Fakat şunu bilmeniz lazım bu mezhepler birbirine bağımlıdır. Birbiriyle dayanışma halindedir. Ve hepsi tek yerden çıkmadır. Eğer Fransız İhtilali öncülerinin hayatını araştırırsanız, göreceksiniz ki tek tek hepsinin Yahudi bağlantısı vardır. Bu bir efsane değil artık. Rus İhtilali'nin önderlerine de bakarsanız yine Yahudiler ortaya çıkacaktır. Dağılan Katolik cemaat yerine bütünlüğünü sağlamış Yahudi cemaati, kendisi için sekülerizm üzerinden bir dünya hâkimiyeti oluşturuyor ve nihayetinde bunu bugün küreselleşme ile hepimize dayatmaya kalkışıyor. Onun son iddiası ise şudur: Zevkinizi yaşarsanız mutlu olursunuz. Bütün bu curcuna içinde ise daima kullanılan bir unsur var ki o da milliyetçiliktir. Milliyetçilik farklı boyutları ile sekülerizmin her aşamasında hep önemli bir taşıyıcıdır.
Vahiysiz mutluluk teorisini ortaya atanlar, ilkin “Akıllı olun, dinden kopun bir ideolojiniz olsun!” Dediler. Sonra, “Akıllı olun, artık dinlerin bütünlüğünden bahsetmeyin herkes kendi kavmi adına bir iddia ortaya atsın” dayatmasında bulundular. Şimdi ise “Özgür olun, zevkinizi dilediğiniz gibi yaşayın” diyorlar.
Bu aşamaların hepsinde milliyetçilik de vardır. Dinden kopuştan sonra, toplumları yönlendirmede en büyük maske milliyetçilik ve ırkçılıktır. Her yere önce milliyetçilikle gidiyorlar. Millet olma hayali, başta çok tatlı geliyor ama milliyetçilik nihayetinde girdiği her toplumu bitiriyor. Bu yönüyle milliyetçilik Yahudilerin, toplumları imha tuzağıdır. Almanya'da Almanlığı böyle bitiriyorlar. Yüzyılı aşkındır aynı projeyi İslam âlemine uyguluyorlar. Bize, artık akıllı olun, vahye dayanmayın artık ümmet adına düşünmeyin, milliyetiniz adına düşünün. Bir Türk, bir Kürt bir Arap olarak düşünün, böylece özgür olun, zevkinizi dilediğiniz gibi yaşayın dünya sizin olur, diyorlar. İşin aslında ise bizi bu yolla parçalayarak güçsüzleştirmeye, diledikleri gibi yönetmeye ve imha etmeye çalışıyorlar.
Onların görünen mesajı, milliyetçileşerek dünyevileşirseniz/sekülerleşirseniz dünya sizin olur şeklindedir. Mesajlarının görünmeyen noktalarında ise bizim dünyevileşerek onlara köle olmamız gerçeği saklıdır.