Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM), 5 Ekim 2019 tarihinde Diyarbakır Temsilciliği seminer salonunda, Araştırma Görevlisi Siracettin Aslan'ın katılımıyla "İslam ve Felsefe" konulu seminer etkinliği düzenledi.
Konuşmasına ‘felsefe'nin “bilgi sevgisi”, “episteme”, “theoria”, “doğa araştırmaları” ve “hikmet arayışı” gibi etimolojik ve semantik anlamlar taşıdığını ifade ederek başlayan Siracettin Aslan, tarihte felsefenin gündeminin zaman içerisinde değişiklikler gösterdiğine dikkatleri çekmiştir. Buna göre ilkin felsefenin bilinebildiği kadarıyla Antik Greklerde ana gündeminin doğa, arkhe sorunu, daha sonra insan, Sokrates ile birlikte insan ve ahlak gibi konular üzerine durulmuştur. Aslan, konuşmasına şöyle devam etti: “Sokrates ile birlikte ‘felsefe, iyi ve ahlaklı bir insan olmanın nasıl gerçekleşebileceği ile ilgilenmiş, Platon felsefenin esasen yerküreye ait bir şey olmadığını, asıl olanın ötelerde olduğunu ve böylece felsefenin üst dünya ile ilgilendiğini ifade etmiş; ancak buna karşın Aristo, Platon ile birlikte gök kürelere taşınan felsefeyi yine yerküreye çekmiş ve fizikte hâsıl olan oluş ve bozuluşu anlamak ve anlamlandırma çabası içerisinde felsefi araştırmalarını sürdürmüştür. Bu süre zarfında ve sonrasında ortaya çıkan ve Lukretius, Demokritos ve Epikür gibi düşünürlerin öncülüğünde atomculuk fikri, fiziği yine fizik ile açıklamak üzere felsefi önermeleri diyalektik mekanik evren tasarımını öncelemişlerdir. Daha sonra, yani Helenistik dönem ile birlikte felsefece arayışlar, artık yeni bir düşünsel çerçeve arz etmekten ziyade, Platon ve Aristoteles' çalışmalarının sadece şerhlerinden veya birer yansımalarından ibaret kalmıştır. İskenderiye'deki felsefi faaliyetler buna uygun örneklik teşkil eder. Ayrıca Roma'nın miladi 4. yüzyılda Hristiyanlığı resmi din olarak ilan etmesi ile felsefe önceki dönemlerden çok farklı olarak bambaşka bir mecraya girmiştir. Bu fasılda felsefe köhneleşmiş ve felsefenin pagan bir anlayış olduğu şeklinde düşünülmüş; bu tefekkür biçiminin bir türevi olarak felsefe alanında çalışmalar ve bu düzlemde felsefi-nazari arayışlar durma noktasına gelmiş, var olan sadece bir miktar üretim de Mezopotamya bölgesinde yaşayan Süryanilere ve İskenderiyeli filozoflar aracılığıyla çok kısmi (şerh ve tefsir) düzeyde sürdürüle bilinmiştir.”
“İslam ne zaman felsefe ile tanışmıştır?” şeklinde bir soru ile konuşmasına devam eden Aslan: “İslâm'ın Mekke ve Medine dönemlerinde felsefe yoktu, ne zaman ki fetihler başladı ve böylece İslam toplumu farklı uygarlıklarla karşılaştı, o vakit Müslümanlar felsefe ile tanıştı. Bu bakımdan felsefe, içeriden oluşan bir birikim değil, dışarıdan nakledilerek İslam toplumunda varlık bulmuştur. Müslümanların felsefe ile tanışması, içerden geliştirdiği bilinç ve kavrayış düzleminde, ilk dönemlerde (Emeviler) kültürel, sonra (Abbasiler) entelektüel ve nihayetinde felsefi yaklaşımlar sergilenerek gerçekleşmiştir. Felsefi yaklaşımların ortaya çıkışı Kindi ile başlamış, Farabi ve İbn-i Sina ile sistematik bir boyut almıştır. Bu evrede öncekilerin felsefi eserleri intikal ile yetinmeyip bunlar temellük edilmiştir. Temellük ile birlikte İslam toplumunun kendi düşünsel, fikri ve dini aidiyetleriyle barışık ve ilişkili felsefi eserler neşredilmiştir. Yeni eserlerin neşri, İslam toplumunun düşünce ve hayal dünyasına öncülük eden ve anlam-değer katan dil, düşünce ve kavramlar üçgeninde gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde dil, düşünce ve kavram arasındaki ontolojik birliktelik, neşredilen eserlerin İslâm dünya görüşünün anlam sınırları içerisinde değerlendirilebileceğine olanak sağlar. Bu yeni dönemde Basra ve Kufe dil okullarının ilmi faaliyetleriyle çerçevesi oluşturulan dil-gramer ve kavramlar yumağı Müslümanların yeni bir anlayış geliştirmelerine ve bu bağlamda ötekinin felsefi mirasıyla, başlangıçta temas, sonra intikal ve daha sonra ise temellük etmelerine potansiyel olanak sunmuştur.” diye konuştu.
İslam ve felsefe arasındaki ilişkiyi değerlendiren Aslan: “Dinin iki temel boyutuna dikkatler çekilebilir: Din olarak İslam ve medeniyet olarak İslam. Burada din olarak İslam, medeniyet olarak İslam'ın varoluş nedenidir, ontolojik kaynağıdır. Dolayısıyla ilkin olmasa da sonraki varoluşu hakkında konuşmak mümkün olabilir. Buna göre din olarak İslâm'ın ontolojik ve epistemolojik kaynakları çoğunlukla sabit ve hatta dokunulmaz iken medeniyet olarak İslam ise zaman ve mekânın düşünsel, politik ve pratik gibi beklentilerine yanıt verebilecek şekilde geliştirilmeye, yani tecdide ihtiyacı olabilir.” şeklinde konuştu. Bu anlatım çerçevesinden hareketle Aslan, İslam'ın diğer düşüncelerle, felsefelerle etkileşime karşı olmadığını, bilakis faydalı her türlü bilgiye nüfus edilmesini telkin ettiğini vurguladı.
Mekke'de akidenin tesisi esas iken Medine'de sosyal hayatın hâkim olduğunu ve böylece İslam'ın artık medeniyete dönüştüğünü, dolayısıyla ilerleme ve gerilemeler yaşandığını, bunun da tamamen Müslümanların sorumluluğunda olduğunu ifade eden Aslan, İslam'ın din olarak felsefe ile ilişkilendirilemeyeceğini ancak medeniyet olarak ilişkilendirilebileceğini, çünkü felsefe beşer nutkunun bir üretimi olarak değerlendirildiğinde, medeniyet olarak İslam'ın da bu beşer nutkunun din olarak İslam'ın bir tür yorumunu, tevilini ihtiva etmesiyle ilgili olduğunu, bu durumda medeniyet olarak İslam ile felsefe arasındaki benzerliklerin gündeme getirilebileceğini dile getirdi.
Medeniyet olarak İslam ile felsefe arasındaki benzerlikleri tartıştıktan sonra Aslan, İslam'ın doğrudan felsefe içinde yer almasa da ona yön verdiğini ve son olarak medeniyet olarak İslam'a kutsallık atfetmemek gerektiğini, çağa ve zamana göre değişimler gösterebileceğini, yine felsefeyi de olduğundan farklı göstermemek gerektiğini söyleyerek, felsefenin ne her şey ne de hiçbir şey olduğunun bilincinde olarak yaklaşım göstermek gerektiğini vurguladı. Aslan: “Şu bilinmelidir ki felsefe, tarih boyunca her zaman elit ve aristokrasinin bir uğraş alanı olmuş, halka hiçbir zaman inmemiştir. Ancak yine bilinmelidir ki felsefe her ne kadar elitlerin uğraşı olup halk arasında kendisine varoluş imkânı bulamazsa da; toplumu, ülkeyi, kıtaları ve dahi küreyi sevk ve idare edenlerin hep belli bir dizi felsefelerden istifade ettiği, onlara başvurduğu da unutulmamalıdır.” diye ifade etti.
Seminer soru ve cevap bölümünün ardından sona erdi.