Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM) Diyarbakır Temsilciliğinde 03.12.2023 tarihinde Sidar ERGÜL’ün sunumuyla “(Genel Hatlarıyla) Filistin Meselesi, İslam Dünyası Ne Demek ve İsrail’e Karşı Neden Adım At(a)mıyor?” üzerine seminer gerçekleştirildi.
İnançsal temelde Kudüs’ün sadece Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) ile Müslümanlar için önem kazanmadığı, bilakis tüm peygamberlerin aynı inanç, akide, gaye üzerinde peygamberlik vazifelerini yerine getirdiklerini; buna binaen tüm peygamberler, Müslümanlar için iman-itikat esası olduğuna değinildi. Bu sebeple de Kudüs merkezli Filistin’in Müslümanlar için dinsel ve tarihsel değer ve anlam taşıdığı ifade edildi. Bu bağlamda Kudüs ve Filistin’in, Kur’an-ı Kerim’de değinildiği üzere muharref Yahudiliğe ve hususen siyonist Yahudilere kesinlikle hasredilemez olduğuna vurgu yapıldı.
Tarihsel hadiseler sürecinde Kudüs’ün Müslümanlarca Hz. Ömer döneminde sulh yoluyla fethedildi belirtildi. Akabinde bu durumun Emevîler, Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler (Akşitler) zamanında devam ettiğini ancak 969’da Şîi-İsmailliye olan (Ubeydi) Fâtımîlerin eline geçtiği aktarıldı. Kudüs, Fâtımîlerin elinde iken Ortodoks Bizans İmparatorluğu ile Katolik Papa Urban öncülüğünde tüm Müslümanlara yönelik başlatılan “Haçlı Seferleri (1096-1272)” neticesinde Kudüs’ün, I. Haçlı Seferi ile 1099’da Haçlıların istilası ve işgali altına girdiği, Haçlıların şehirde on binlerce Müslümanı katlettiği hatırlatıldı.
Kudüs’te süren Haçlı istilası ve işgalinin, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’deki Hıttîn Zaferi ile sonlandırıldığı anımsatıldı. Kudüs ve Filistin’de, Eyyûbiler Devleti’nin egemenliğinden sonra Memlüklerin ardından Osmanlıların hâkimiyetinin 1517-1917 yılları arasında sürdüğü belirtildi. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisiyle Filistin’in İngiltere tarafından işgal edildiği ifade edildi.
“Filistin Meselesi” konusunda kavramsal bir tartışma açan ERGÜL, kesinlikle “Filistin Sorunu” gibi bir adlandırmanın yapılmaması gerektiğini belirtti. Bunun Filistinlilerin kendi ülkelerinde/yurtlarında “mülteci” duruma düşürülmesi ve “mülteci” olarak adlandırılması kadar dramatik ve sorunlu olduğuna vurgu yapıldı. Bir sorunun var olduğunu, bunun da Filistin topraklarında yetmiş beş yıldır (1948-2023) devam eden siyonist İsrail’in işgali, zulümleri ve katliamları olduğuna dikkat çekildi. Tüm bunlarla beraber yerleşik hale geldiğinden genel ifade haliyle “Filistin Meselesi” tabiri tercih edildi.
“Filistin Meselesi”nin 19.yüzyıldan itibaren örgütlü hale getirilen Siyonizm (1897) ile beraber siyonistler cenahınca teo-politik olarak dillendirildiği, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz devleti tarafından işgali ve bu yolla daha kolay sağlanan Yahudi göçlerle yaşanan sistematik istila ile belirginleştiğine değinildi.
(1939-1945) İkinci Dünya Savaşı’nın küresel ve hususen ana İslam coğrafyası için bir kırılma ve yeni bir küresel düzen (!) kurma hadisesi olduğu ifade edildi. Bu olay sonucunda oluşturulan yeni küresel sistemin haklılık ve adalet üzerine değil güç ve savaşın galiplerinin çıkarları üzerine kurulduğu örneklendirildi. Bu çerçevede BM/Birleşmiş Milletler’in bunun bariz kanıtı olduğunu, BM Güvenlik Konseyi’nin varlığı ve buradaki beş daimî üyenin veto yetkisinin her şeyi ortaya koyduğu belirtildi. Barış simsarlığı söylemini dillerine dolayan, veto yetkili bu beş devletin dünyada en çok silah üretip satan devletler olduğuna dikkat çekildi.
BM adıyla kamuflaj edilen söz konusu çarpık, dengesiz ve adaletsiz düzenin çarkları içinde beş vetocu devletin ortak kararı ile siyonist İsrail’in kuruluşunun/bağımsızlığının sağlandığı ifade edildi. Dolayısıyla Filistin Meselesi’nin, bir yönüyle bu ayrıcalıklı beş devletin doğrudan paydaşı olduğu zulmün adı olduğu belirtildi. İsrail işgali devam ettiğinden, Filistinlilerin toprakları istila edildiğinden, kâğıt üstünde bir Filistin Devleti söyleminin olmasından ve siyonist katliamların sürmesinden ötürü “Mesele”nin de can yakmaya devam ettiğinin altı çizildi.
Filistin’de yetmiş beş yıllık zulmün ve katliamların sürüyor olması, tam bağımsız bir Filistin Devleti’nin ve topraklarının yokluğu, Gazze’deki soykırım saldırılarının tüm dünyaya seyrettirilmesinin aslında gerçekte bir İslam Dünyası’nın da olmadığı savunuldu.
İslam Dünyası demek bir bakıma “ümmet” olmak demektir. Ümmet olmaksa imanın birliğe dönüşmesidir, inanç ve fikriyatın ameli uygulamasıdır; yani ümmet olmanın bilinçlilik, farkındalık, dayanışma, kenetlenme, haksızlıklar karşısında kardeşlerinin yalnızlığa terk edilmemesi olduğuna vurgu yapıldı. Lakin “Filistin Meselesi” özelinde de müşahede edildiği üzere böylesi bir “ümmet” olmanın var olduğu bir “İslam Dünyası” gerçekliğinin sadece teoride ve kitabi anlatımlarda olduğuna temas edildi.
Siyonist İsrail’in ABD ve AB devletlerinin çoğunun desteğini arkasına alarak Gazze’de gerçekleştirdiği saldırılara ve katliamlara karşı “İslam Dünyası” denilen coğrafyadaki halkın ve devlet yönetimlerinin tavrı, tepkisi, muamelesi göz önüne alındığında sergilenen bireysel, kitlesel ve siyasal tavrın karşılığı kavramsal olarak “ümmet-sel” değil “kitle” rolü olduğu belirtildi.
Ortaya konulan bu çerçevenin ardından “Peki, İslam Dünyası neden sessiz ve neden gereken tavrı almıyor/alamıyor?” sorusu gündeme taşındı.
Müslüman ülkelerin dünya petrolünün %65’ine, doğalgazın %51’ne, uranyumun %39’una, fosfatın %41’ne ve stratejik olanaklara sahip olduğu ifade edildi. Yalnız bu imkânlarla bile dünyada büyük bir oyun kurucu olabilmenin mümkün ve potansiyel gücün olduğu lakin birçok gerekçeye bağlı olarak bunun tezahür etmediği belirtildi.
Siyonist İsrail’in işgal ettiği Filistin’in yüzölçümünü ve hava sahasını dikkate aldığımızda tümden Müslüman ülkelerin çemberinde kaldığı göz önüne getirilirse gerçekte “İslam Dünyası” var olsaydı, tümü ortak kararla ve adımlardan sadece bir adım olarak İsrail’e hava sahasını kapatsaydı bile onun yaşama olanağının bitirebileceği örneklendirildi.
Fakat ne yazık ki İslam Dünyası denilen ve 57 ülkeden oluşan bu camianın devletlerinin; bir kısmının mandacı, bazılarının laik, bazılarının sosyalist, bazılarının (Türkçülük, Arapçılık, İrancılık gibi) milliyetçi/ulusçu, bazılarının mezhebi doktrinleri taassup düzeyinde esas alması, bazılarının resmen değilse de aslında bölünmüş olması, bazılarının kendi başlarına doğrudan pozisyon alamayacak kadar küçük olması gibi ayrıştırıcı, dağıtıcı faktörlerden sebeple birleşik, ortak kararlılık içinde bir “ümmet” ve “İslam Dünyası” gerçeğini engellediği belirtildi.
Söz konusu bu durum nasıl devletler üzerinden vuku bulmakta ise benzer şekilde halk katmanları arasında da tezahür ederek Müslüman halkların da çok farklı gruplara, kutuplara ayrışmasına yol açtığını ve buna bağlı olarak ortak kitlesel tavır ve tepkinin ortaya konmasına da engel ürettiği ifade edildi. Fakat tüm bunlara rağmen hakikat olanın madem “Müslümanım” denilmektedir, o halde bu isme ve yüklediği mana ile imani ve insani hassasiyetle bakabilmeyi gerektirdiğini aksi halde tutarsızlık ürettiğini, dünyevi ve ahiretsel ağır yük meydana getireceğinin de bilinmesi gerektiği vurgulandı.
İslam Dünyası’nın siyonist İsrail’e tavır al(a)mamasının sebeplerinin sadece yukarıda belirtilenler olmadığını aynı zamanda söz konusu devletlerin; ABD, İsrail ile açık veya gizli, çeşitli yollarla ekonomik, ticari ilişkiler içinde oldukları; askeri bakımdan bağlı bulundukları, teknoloji transfer ettikleri dile getirildi. Siyonist İsrail’in de bunların farkında olarak tüm vahşiliğiyle soykırım olarak tanımlanacak katliamlarda bulunduğuna dikkat çekildi.
Sonuç itibarıyla “Filistin Meselesi”nin şimdiki en büyük felaketi olarak İsrail’in Gazze’de ortaya koyduğu örgütlü kötülüğün arkasındaki bazı nedenler özetlenerek sunum bitirildi. Söz konusu nedenler şu şekilde sıralandı: Birincisi: İsrail’in ve siyonist yapılar ile lobiler ağı üzerinden Batı devletlerinde kurduğu ilişkilerdir. İkincisi: İsrail’in Müslüman ülkelerle açık ya da gizli kurduğu siyasi ve ekonomik ilişkilerdir. Üçüncüsü: Filistin’in bütün olmaması ve FKÖ/Filistin Kurtuluş Örgütü’nün pasifliği ile ABD, İsrail boyundurukluğudur. Dördüncüsü: Arap devletlerin önceki savaş yenilgileri, liderlerin kişilikleri, resmi felsefeleri ve mandacı olmalarıdır. Beşincisi: İsrail ve onu destekleyen tüm güçlere karşı ana İslami direniş gücü olan HAMAS’ın hava gücünün yokluğu, İsrail’in hava saldırılarına mukavemet olanaklarından yoksun olması ve diğer askeri imkânlarının sınırlı olmasıdır. Oysa isteselerdi HAMAS’ı bu bakımdan kolaylıkla donatmak mümkün olabilirdi. Fakat belirtilen negatif gerekçelere dayalı olarak bunu yapmamaları ve Gazze’nin, HAMAS’ın yalnız bırakılmasıdır. Altıncısı: Öğrenilmiş çaresizlik engeli ve öğretilmiş akıl hastalığıdır. Çaresi; (yeniden) imandır, umuttur, ümittir, geleceğe yatırımdır, neslin eğitimidir, Allah’a adanma ve dürüst kul olma davasıdır, ayettir. Sünnetullah hakikatinin yerli yerinde tastamam anlaşılması ve gereğince icraatlarda bulunmaktır. Yedincisi: Aidiyet sorunudur. Çaresi; bilgidir, farkındalıktır, bilinçlendirmedir.